Çevirenin Notu: Bu aralar, odak, dikkat, telefon ve sosyal medya bağımlılığıyla ilgili okuma yapıyorum, videolar izliyorum. Gündemin hepimizi esir ettiği, sosyal medyadan kopamadığımız bu günlerde uykularım bozulunca, sabahları elim ilk telefona gidince, kaygı denizlerinde boğulunca artık bu duruma dur demenin zamanının geldiğini düşündüğüm bir dönem bu dönem. Hilarius Bookbinder’ın “The average college student today” başlıklı yazısını da okuyunca, dört dönemden ve t
oplamda yedi dersten oluşan kısacık öğretim görevliliği hayatımda gözlemlediklerimin, yıllardır bu işin içindeki yazarca da gözlemlendiğini gördüm. Yazar, yazısında da bahsediyor ama ana fikir öğrenciler sorunlu demek değil. Dikkat sorunu ve değişim toplumsal ve öğrenciler de bu toplumu temsil eden bir kesim sadece. Yazıyı ’ın izniyle çevirdim. Yazı boyu başka yazılar bağlantılar var, tıklamanızı öneririm. Keyifle okuyun:
X dedikleri kuşağa mensubum. Doktoramı genç yaşta aldım. Dolayısıyla profesörlük unvanımı da. 30 yılı aşkındır profesörlük yapıyorum. Akademide değilseniz veya üniversiteden mezun olalı çok olduysa bilmiyorsunuzdur belki: Öğrenciler artık eskisi gibi değil. Sorun şu ki bu konuyu açmak bile anında “Hah, boomer'lar yine çocuklar hakkında şikayet ediyor, Gılgamış'tan beri aynı şey, senin öfkeli yakarışların kimsenin umurunda değil,” türünden duygusal tepkilere neden oluyor.1 Ama varsın olsun, biz bu yazıya kefenimizi giyerek başladık. Hodri meydan. Milletin bu yazacaklarımı bilmesi lazım.
Neyse, bir bağlam çizerek başlayayım. ABD'de, bir bölge üniversitesinde ders veriyorum. Ders verdiğim üniversite bir devlet üniversitesi. Öğrencilerimiz hedefleri olsun, zekaları olsun, sosyal-ekonomik durumları olsun, fiziksel sağlıkları olsun aklınıza gelebilecek her şeyde vasat. Kapüşonlu sweatshirtleri üstlerinde, yoga taytları altlarında, damak tatları acı soslu kanattan ibaret. Zach Bryan ve Taylor Swift hayranları hepsi. Küçümsediğim için söylemiyorum bunu, sıradan vatandaşların iyi bir eğitim almayı, daha da önemlisi iyi bir yaşam sürmeyi hak ettiğine gönülden inanıyorum. Kastettiğim şey bizim okuldaki öğrencilerin bu ortalamanın bir temsili olması, ne akademik çıtanın en altındalar ne de en üstteki kaymak tabakadanlar.
Her üniversite gibi biz de belirli ölçütleri taşıyan öğrencileri kabul ediyoruz, içlerinden en iyileri doktoraya devam ediyor veya hukuk enstitülerine geçiyor. Ayrıca okulumuz Üniversitelerarası Spor Federasyonu’nun 2. Ligi’ne üye (NCAA Division 2). Mezunlarımızdan birinin Amerikan Futbolu Ligi’ndeki Saints takımında oynadıktan sonra sezon sonu “All-Pro” listesine seçildiğine de tanık oldum. Gelgelelim, hem bu öğrenciler istisnai örnekler, hem de burada söylediklerim zaten her öğrenci böyledir demek de değil. Ben burada kendi eyaletimdeki ortalama bir üniversite öğrencisini tarif edeceğim.
Okuma
Öğrencilerimizin çoğu derdini anlatacak kadar okuma-yazma biliyor. Şaka değil. “Derdini anlatacak kadar” derken, “Barbara Kingsolver, Colson Whitehead ve Richard Powers gibi yazarların kaleme aldığı yetişkin kategorisindeki romanları okuyamamayı ve anlayamamayı” kastediyorum. Roman ölçütünde nesnel bir standart olsun da onun üzerinden konuşalım diye bu üç yazarın adını verdim, çünkü hepsi yakın zamanda Pulitzer Ödülü kazanmış. Dahası, bu yazarların üçünü de okudum. Parlak yazarlar olduklarını, sürükleyici yazdıklarına şahidim. “Finnegans'ın Ahı”ndan°bahsetmiyoruz yani. Genç yetişkin kategorisinde, romantik türde veya Harry Potter kitapları gibi de değiller.
Öğrencilerimiz belirli bir türdeki kitaplarını veya çizgi romanları veya her neyse tercih eder de demiyorum bakın. Ortalama mezunumuzun deyim yerindeyse ön kapağından arka kapağına kadar bir romanı okuyamadığını ve okuduklarını anlayamadığını söylüyorum. Okuyamıyorlar kısacası. Denemek bile gelmiyor içlerinden, okuduklarını kavrayacak kelime dağarcığına2 sahip değiller. Ve tabii kitabı baştan sonra okuyabilmelerini sağlayan odaklanma becerileri de yok. Onlar için The Overstory gibi bir kitabı oturup okumayı denemek, benim triatlonların en uzunu ve zorlusu Iron Man triatlonunda yarışmaya teşebbüs etmem gibi: çekeceğin çile arşa kadar, başarı şansıysa sıfır.
Öğrenciler, herhangi bir kelimeyi dışlarından telaffuz edemeyecek kadar okuma yazma bilmiyor değiller elbette. Demek istediğim, okuma eylemi öğrencileri sıkıyor. Okumak zorunda oldukları şey her neyse sonunu getirmeye tahammülleri yok, sırf bitireyim diye sözcükten sözcüğe atlıyorlar. Hani İnsan Kaynakları zorunlu eğitim koyar da göz ucuyla ekranı süzüp ileri tuşuna basarsınız ya, aynen öyle. Öğrenciler, soru köklerini doğru dürüst okumaya zaman ayırmadıkları için sınav sorularını da yanlış anlıyor. Menü harici bir şey okumayı angarya görüyorlar. Bu angaryadan kaçınmak gerek diye düşünüyorlar.
Ayrıca okudum diyerek yalan da söylüyorlar. Sürekli verdiğim derste kullanayım diye bir ders kitabı yazdım. Epey de ilgi gördü. O kadar da kötü yazmamışım diyebiliriz kısacası. Üstelik akıcı olsun diye elimden gelen her şeyi yaptım, içini ilgi çekici örneklerle doldurdum. Ama öğrencilerin çoğu kitabı okumuyor. Dersten çakınca, ofis saatlerimde beni (ara sıra) ziyaret ettiklerinde “Ders kitabını da okudum vallahi, hocam,” deseler de yalan söyledikleri çok belli. Tamam, haklarını teslim edelim kitabın belki birkaç sözcüğünü okumuşlardır. Ama bir şey anlamayınca okudum ya işte, diyerek, TikTok’ta kaydırmaya geri dönmüşlerdir.
Şu çalışmaya göre lisans öğrencilerinin %65’i maliyeti gerekçe göstererek ders kitaplarını satın veya ödünç almıyormuş. Kitapları almadıklarına inanıyorum ben de, ama almayışlarının asıl sebebinin maliyet olduğunu zannetmiyorum; bence kitap fiyatlarını bahane ediyorlar. Tamam, bazı kitaplar pahalı, özellikle de bilimsel kitaplar, katılıyorum. Ama benim ders izleğine eklediğim kitaplar ucuz. Verdiğim derslerden birinin kitaplarının fiyatları 35 ila 100 dolar arasında, ama yine de almıyorlar bu kitapları. Zaten, okumayacağın bir kitaba niye para veresin değil mi? Google’la geç.
Üst sınıflardaki öğrenciler de aynı. Bu öğrenciler, konulara daha derinlemesine odaklanan dersleri alıyorlar. Güya bu derslerin ilgi alanlarına veya bölümü seçme nedenlerine daha çok hitap ettiğini söyleyebiliriz. Ama bu derslerin kitapları da okunmuyor. Bu dönem “Varoluşçuluk” dersi veriyorum. Dostoyevski, Kierkegaard, Nietzsche, Camus, Sartre’ın belli başlı metinlerinden oluşan bir okuma listemiz var. İçlerinde öğrencileri zorlayanlar da var anlaması aşırı derecede zor olanlar da (evet, Varlık ve Hiçlik gibi). Ama geneli anlaşılır. Bir şekilde üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Yakın metin analizi dersi bu verdiğim ders. Öğrenciler derse kitapsız geliyorlar, ki kitapları büyük ihtimalle almamışlar ve kesinlikle okumamışlar.
Yazma
Yazma becerileri ortaokul son öğrencileri düzeyinde. İmla hataları berbat, dilbilgileri oradan buradan toplama, noktalama işaretini doğru kullandıklarında bayram ediyorum. Daha da kötüsü, özgün düşünceye karşı direnç göstermeleri. Kastettiğim şey, çoğu zaman öğrencilerin en ucuz klişeleri sanki yepyeni fikirlermiş gibi hiç düşünmeden yazıvermeleri.
Örnek sınav sorusu: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı, insanların kendi menfaatlerini gözeterek davranmasına nasıl yaklaşır? Bu yaklaşım, özgür iradeye yönelik fikirleriyle ne açıdan ilişkilidir? Bu yaklaşım ve fikirler birbiriyle çelişir mi?
Öğrencinin yanıtı: (Yazım yanlışları öğrenciye ait. ç.n.) YA’yla bütün meselesi hayattaki yolculuğumuzla alakalı varış yeriyle değil. Küçük şeyleri sevmek için acele etmememiz gerektiğine inanyor çünki hayat kısa ve ilerde ne olcanı asla bilemezsin. Bazen kendisiyle çelişiyor çünki bazen bir şey dersin ama sonra başka bir şey düşünürsün daha sonra. Hepsi göreceli.
Şaka yapıyorum zannettiniz değil mi? Yanıtlar bazen böyle, bazen de aşağıdaki gibi:
Örnek sınav sorusu: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı, insanların kendi menfaatlerini gözeterek davranmasına nasıl yaklaşır? Bu yaklaşım, özgür iradeye yönelik fikirleriyle ne açıdan ilişkilidir? Bu yaklaşım ve fikirler birbiriyle çelişir mi?
Öğrencinin yanıtı: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı, insanların genellikle özgür iradelerini vurgulamak için sık sık irrasyonel davrandığını ileri sürerek her zaman kendi menfaatlerini gözeterek davrandıkları fikrini paradoksal olarak reddeder. Bireyleri öngörülebilir mekanizmalara indirgediğini düşündüğü için faydacılık gibi rasyonalist felsefeleri eleştirir ve insanların sırf bağımsızlıklarını kanıtlamak için acı çekmeyi seçebileceklerini savunur. Ancak tutumu kendi içinde çelişir: Özgür iradeyi savunmasına rağmen eyleme geçememesi ve kendini beğenmeme nedeniyle felce uğramıştır ve bir karamsarlık döngüsünün içine hapsolmuştur. Bu yolla Dostoyevski akıl, özgür irade ve kişisel menfaat arasındaki gerilimi keşfederek insan davranışının karmaşıklığını gözler önüne serer.
Doğru duydunuz. ChatGPT’nin sesi bu. Öğrenciler kopya çekiyor. Kopya çekmekle ilgili “Yapay Zeka Akademik Bütünlüğü Neden Bozuyor?” başlıklı bir yazı yazdım. Tekrara düşmemek için bu konuyu atlayacağım ama kopya tsunamisinin verdiğim ödevlerin şeklini de değiştirdiğini söylemeden geçemeyeceğim. Öğrencilere kompozisyon ödevi veremiyorum artık. Cevabı yapay zekadan alacağımı bildiğim için. Elimden de bir şey gelmiyor. Üzücü ama yazmadıkları için cahillikleri de derinleşiyor. Çünkü yazmak bir kası çalıştırmak gibidir. Kalem oynatmak bir el antrenmanı olduğu gibi bir zihin antrenmanıdır da.
Matematik
Bu konuyla ilgili bilgim daha az, ama matematik profesörü arkadaşlarım, öğrencilerinin becerilerinin gittikçe azaldığından ve hatta çaba gösterme heveslerinin gün geçtikçe kaybolduğundan bahsediyor. Dolayısıyla matematik testlerini daha kolay hazırlıyorlar, daha az sayıda zor soruyorlar. Ben üniversitenin ilk yılının ilk döneminde Kalkulüs-1 dersi aldım. İkinci döneminde de Kalkülüs-2. Kalkülüse Giriş diye bir ders olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Ama artık günümüzde Kalkülüse Giriş dersi ileri seviye ders sayılıyor. İstatistik profesörü arkadaşlarım da meselenin gittikçe kötüye gittiğini söylüyor.
Sembolik Mantık, ben yüksek lisans öğrencisiyken zorunlu dersti. Hatta son sınıf öğrencileriyle yüksek lisans öğrencileri seçebiliyordu bu dersi. Dersin hocası Jaegwon Kim’di. Dersin tek kitabı W. V. Quine’nin Methods of Logic kitabıydı ki sonuna kadar işleyip bitirdik. Yüklem hesabı dersine geçmeden önce önermeler mantığı konusuna iki hafta harcamıştık yanlış hatırlamıyorsam. Kompaktlık, sağlamlık ve tamlık gibi teoremlerle hatta şu an hatırlamadığım diğer teoremleri kanıtlamıştık. Şimdiyse ana dalı matematik veya bilgisayar bilimleri olmayan öğrencilerin o dersten geçmelerinin imkanı yok.
Peki ne değişti?
Ortalama bir öğrenci, ben bu işi yapmaya başladığımdan beri üniversiteyi temelde al-ver ilişkisi olarak görüyordu. Adet yerini bulsun diye gelip gitseler de yolda bir şeyler öğreniyorlardı. Hayal ettikleri o iyi hayatı, yani orta sınıfa mensup olacakları şekilde maaşlı bir işe girme fırsatını elde etme hedefine hizmet ediyordu yüksek eğitim. Ben bu bakış açısıyla genellikle barışık olmuşumdur. Entelektüel hayatı onlara az da olsa tattırabilmek için elimden geleni yapıyorum, başarılarını kutluyorum.
Ama bir şeyler değişti. Ted Gioia, bugünün öğrencilerini hevessiz, telefona bağımlı zombiler diye tarif ediyor. Troy Jollimore, “Bir zamanlar entelektüelite yolunda öğrencilerimle omuz omuza yürüdüğümü düşünürdüm ama geride bıraktığımız birkaç dönemden sonra bu inancım kayboldu,” diye yazıyor. Akademisyenler öğrencilerin hayattan inanılamayacak kadar çok koptuğunu ifade ediyor.

Tam olarak değişen ne?
Kronik devamsızlık. Sosyoloji bölümünden bir arkadaşım, “En büyük problem derse gelmemeleri. Derslere gelsem de olur gelmesem de, diye bakıyorlar.” Geçtiğimiz dönemde, verdiğim bütün derslerimi içine katarak söylüyorum, ortalama bir öğrencimin devamsızlığı iki haftaya ulaştı. Normalde bundan daha fazla da, mazeret izinlerini veya dersi bırakan öğrencileri hesaba dahil etmiyorum. Matematik bölümünden bir arkadaşım “Öğrencilerin üniversite deneyimine saygısı daha az artık. Devamsızlık, derse geç kalma, saçma sapan e-postalar, sorumsuzluk duygusunun azalması...”
Buharlaşan öğrenciler. Dönemin bir yerinde öğrenciler sürekli kayboluyor. Dersi kağıt üzerinde bırakmıyorlar ama gelmeyi bırakıyorlar. Herhangi bir sorun yaşadıklarına dahil dersin sorumlusuna ne e-posta gönderiyorlar ne haber veriyorlar. Yer yarılıp da içine giriyorlar sanki. Bu iş öyle bir noktaya geldi ki özellikle alt sınıflara derse girdiğimde öğrencilere “Sağınıza bakın. Şimdi de solunuza. İçinizden biri, dönem bitmeden aramızdan ayrılmış olacak. Bu kişi siz olmayın,” diyorum.
Elli dakika yerlerinde sabit duramıyorlar. Elli dakikalık bir derste sık sık ayağa kalkıyorlar. Bazen sadece on beş dakikalığına derse geliyorlar, sonra sınıftan çıkıyorlar. Birdenbire tuvalet ihtiyaçlarının hasıl olduğunu inanmamı bekliyorlar. Gerçekte ise telefonlarına bakmak için çıkıyorlar dışarıya. Telefonu derste kullansalar tepki göstereceğimi bildikleri için yüzleşmek yerine sınıftan çıkıp gidiyorlar. Yola çıkmadan önce küçük çocukları uyarırsınız ya hani, bir seferinde, dersten önce tuvalet işini halletmelerini bile söyledim ama kar etmedi. Telefonlarına bakmadan bir saat bile duramıyorlar ki...
Ayrıca bana kendi işlerini yaptırtmak istiyorlar. Pandemi döneminde, çağımızın o beklenmedik sağlık krizi boyunca akademisyenler, öğrencileri adapte edebilmek için saçımızı süpürge etti. Öğrenciler o gün yaptıklarımızı şimdi kalıcı hale getirmek istiyor. Slaytları gönderir misiniz hocam, diye soruyorlar sık sık, ki slaytlar temelde kendi ders notlarım. Ben öğrenciliğimde hocalarıma ders notlarınızı verir misiniz diye sorduğumu hayal bile edemiyorum. Olmaz, slaytlarımı vermem. Git, arkadaşından al notları. Kitabı oku. Bu adımları atmışsan ama yine de anlamamışsan var gel ofisime, konuşalım. Geçen hafta bir öğrenci e-posta göndermiş, demiş ki yarınki vizeden önce geçen haftaki dersin tamamını özetleyebilir misiniz... Özetleyemem. Üç bin kelimelik bir yazı yazamam sana. Derse gelseydin.
Dizüstü bilgisayarlarında not alır gibi yapmak. Sınıfta dizüstü bilgisayar görmekten hiç hazzetmiyorum. Yasaklayacak olsam, gidecekler öğrenci işlerine, öğrencilerin mutlaka dizüstü bilgisayar kullanmaları gerektiğini, aksi halde atomlarına ayrılacaklarını söyleyip şikayet edecekler. Ama biliyorum ki bilgisayarlarında not almak haricinde her şeyi yapıyorlar. Geçen dönem iyi öğrencilerden biri geldi, “Hocam, benim önümde dizüstüyle oturan çocuk var ya hani. Haberiniz olsun, bütün ders kumar oynuyor,” dedi. Kumar, sosyal medya veya her neyse, ne beni dinliyorlar ne derse katılıyorlar. Ekrana bakmaktan ibaret hayatları.
Kayıtsızlık. Diğer hocalar gibi ben de, mazeret izinleri varsa, kaçırdıkları ödevleri sonradan teslim etmelerine müsaade ediyorum öğrencilerime. Ama hayır, bir gece önce içip sabah alarma uyanamadıysan vize telafi sınavına giremezsin. Covid olduysan girebilirsin. Yüzlerini gören cennetlik gerçekten. Bir ay önce kaçırdıkları test, sanki Taş Çağı’nda kalmış. Telafi edeyim diye de düşünmüyorlar. Gelip konuyla ilgili benimle konuşmuyorlar bile. Umurlarında değil işte.
Mesele telefonlar ulan! Telefonlarına acayip bağımlılar. Kampüsün spor salonunda spora gidiyorum. Hemen hemen öğrencilerin yarısı aletlerin üzerinde oturuyor, ama telefonlarını kaydırıyor. Fakülteden emekli olmuş bir arkadaşla sohbet ettik bir gün spor salonunda. Çalışmak istediği spor aletinde bir öğrenci oturmuş telefonu kaydırıp duruyormuş. Telefonu bırakıp da kalkmasını beklerken başka bir alette altı set çalıştım diyor. Öğrenciler, sırf eğlence olsun diye seçtikleri ve gönüllülük esasına dayalı etkinliklerde bile telefonlarını bir saatliğine bırakamıyorlar. Gerçi mastürbasyona özel döşedikleri o odalarından kısa süreliğine de olsa dışarı çıkmalarına şaşırmıyor da değilim.
İlkokul, ortaokul, lise öğretmenlerini suçladığım yok. Zira bu okullarla ilgili bir problem değil, toplumsal bir problem. Ne yapayım yani? Çıtayı yüksek tutup herkesi dersten mi bırakayım? Sözleşmeli çalışan akademisyenler işlerine devam etmek istiyorlarsa öğrencileri bırakamaz. Bense kadrolu profesörüm. Herkesi bıraksam bir süreliğine sıkıntı yaşamam ama er ya da geç dekanlıktan çağırırlar toplantıya. Ayrıca, öğrenci kitlesinin yarısını kapı dışarı etsek, üniversiteyi iflasa sürükleriz. İyi öğrencilerin eğitim olanağını ellerinden almış oluruz.
Bize tavsiye edilen şey dersleri öğrencilerin bilgi seviyesine inerek anlatmamız, geleneksel yöntemlerden vazgeçmemiz, görsel işitsel kaynaklar kullanmamız, kısacası azıcık eğlenceli olmamız. Her şey yoluna girer diyorlar. Güvertedeki sandalyeleri başka bir yere kaydırsalardı Titanik’in batışını engelleyebilirlermiş gibi... Hata akademisyenlerdeymiş gibi... Değil. Verilen olanakları kullanarak elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz.
Bu yazdıklarım kulağa öfkeli bir hocanın yakınmaları gibi gelebilir. Emin değilim. Sadece hiç ama hiç öfkeli olmadığımdan eminim. Üzülüyorum sadece. Akademisyenler olarak öğrenmek zorunda olduğumuz tek şey öğrencilerin bize benzemediği. Yine akademisyenler olarak disiplinlerimize beslediğimiz o tutkulu şevki hepsinin hissetmesini; felsefe, psikoloji, matematik, fizik, sosyoloji veya ekonomiyi cehalet dünyasını aydınlatıcı birer akıl meşalesi olarak görmesini beklememiz de gerçekçi değil. Bizim işimiz o alevi canlı tutmak ve sıçrayan kıvılcımları öğrencilere yakalatmaya çalışmak. Ancak bu iş gittikçe zorlaşıyor. Ne yapacağımızı bilmiyoruz.
Bu konuyla ilgili, “tarihi” olduğu söylenen ama esasında sahte olan atasözlerine, deyişlere vs. dikkat edin siz yine de.
Öğrenciler sınavlarda sık sık “karikatür” gibi yaygın kelimelerin anlamlarını soruyorlar bana.
Nihayet “bilgi toplumunu” yaratmayı başardılar sonunda!